Değerli okurlarım, bugün sizlerle uzun süredir üzerinde çalıştığım Quentin Tarantino yönetimindeki filmlerden ve yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olan, aynı zamanda yönetirken de hem oynayıp hem senaryosunu yazdığı 1992 yapımı Rezervuar Dogs (Rezervuar Köpekleri) filminden bahsetmek istiyorum.
Alışıldığı üzere, bir filmin tanıtımında öncelikle yönetmenine yer verilir ancak ben yönetmene bu yazımda fazlaca yer ayırmayacağım. Sebebine gelince, bilindiği üzere Tarantino bir Auteur (kendine has bir üslubu olan) yönetmen. Bu yüzden yönettiği tüm filmlerin yazı dizisini tamamladıktan sonra, yönetmenimizle ilgili etraflıca bir sunum yapmak istiyorum.
Gelelim filmin çözümlemesine… Film başlar başlamaz, bakirelik ile ilgili sohbetin alabildiğince uzaması ve ardından “Bahşiş verilir mi, verilmez mi?” gibi bir sohbetin de lüzumundan fazla uzaması dikkat çekici. Tarantino için derler ki; “Filmlerinde basit konular üzerinde uzun diyaloglar vardır.” evet gerçekten de var ancak ben bunu şu sebebe bağlıyorum; bazen insanın içinden geçirdiği ancak “şu anda konuşursam gereksiz yere dinleyenleri yormuş ve meşgul etmiş olurum” gibi bir endişeyi, yönetmen filmlerinde işleyerek insanların içsel baskısını bir şekilde yenmelerini ve dışa vurmada özgür olmalarını teşvik etmeye çalışıyor. Ayrıca bahşişten konu açıldığında oyuncuların değindiği konulara baktığımızda bir an için kendini bir Türk kahvehanesinde toplanmış insanların sohbetleri içinde hissettim ve ‘Acaba Tarantino bu sahneyi hazırlarken ülkemizden mi esinlendi?’ diye düşünmekten kendimi alamadım. Ayrıca filmde soygun planları yapıldığında, patronlarının her birine kod adı yüklenirken, “pembe” kod adını yüklenen soyguncunun tepki vermesi ve diğerlerinin de onu alaya alması da bana yine -her ne kadar orası ABD olsa da ve çok fazla kültürlerarası farklılıklar yaşasak da- ‘Demek ki bazı konularda kültürel yönden benzediğimiz noktalar da var.’ dedirtti. Bu arada filmdeki geçen diyaloglarda siyahileri hedef alan espri ve onları aşağılayıcı benzetmeler de, filmin gösteriminden sonra Tarantino’yu hayli zor durumda bırakmış, çok fazla tepki ve eleştiri almasına yol açmıştı.
Yönetmenimizin filmin içindeki Elvis Presley’e müthiş derecede benzeyen ya da benzetilen oyuncu Michael Madsen’i izlerken ve filmin akışı içerisinde bir espride Lee Marvin’in adının anılması, zannederim yönetmenimizin geçmişteki oyuncuları da çok sevip saydığının bir göstergesi.
Filmde başka dikkatimi çeken detaylar; karakterlerimiz bol miktarda sigara içiyor, her birinin özgüvenleri çok yüksek
ve birbirinden ukala tipler. Takı takmayı da çok seviyorlar. Ayrıca kanlı sahneler de gayet fazla ön plana çıkıyor.
Filmde etkilendiğim ve heyecan veren konulara değinecek olursam, yerde yaralı yatan polisin birden kalkıp sandalyede bağlı polise işkence etmeye çalışan gangsteri vurması(Bu arada ateş edip onu öldürdüğü sırada elinde çakmak olan gangsterin, zemine döktüğü bir bidon benzini tutuşturamaması biraz ilginç olmuş. Demek ki abartı konusunda sadece Yeşilçam’a yüklenmemiz doğru değilmiş. Ayrıca kullanılan Zippo çakmaklar dönemin modasıydı.)ve daha öncesinde gangsterin sandalyede bağlı olan polise, “Suçun olmasa da sana işkence edeceğim, çünkü sen bir polissin!” diyerek sadece kişinin görevini referans alıp intikam arzusunu doyurması ve polisin kulağını keserken, Tarantino’nun kamerayı başka bir bölgeye yönlendirmesi de -şiddet sahnesine çok yer veriyor denilen yönetmenin- şiddet anını göstermekten hoşlanmadığı sonucuna vardırıyor bizleri. Çete üyelerinin arasına, casus olarak giren polis memurunun operasyon sırasında polis arkadaşları öldürülürken bakışlarındaki çaresizlik ve üzüntü de etkileyici bir sahneydi.
Film içerisinde bol miktarda flashback(mevcut eylemden önce meydana gelen olayları sunmanın bir yoludur)lere rastlıyoruz ve her karakter için detaylı göreve başlama sahneleri yer alıyor ki bu sahneler bir anons ve yazı ile geçiyor. Filmin çekildiği mekanlarda animasyon karakterlerinin afişlerine ve kasetçalar, video gibi elektronik aygıtlara da rastlıyoruz. Yönetmenimiz bazı ürünlerde kurgusal markalar kullanırken, bazılarında ise bilindik markalar kullanmayı tercih etmiş.
Filmin oyuncu kadrosu ve çekildiği mekanlara da değinecek olursak yönetmenimizi burada takdir etmek gerekiyor çünkü büyük bir çoğunluğu sadece bir deponun içerisinde ve 3-5 kişi ile geçen sahneler olmasına rağmen, izleyiciyi ekrana bağlayan heyecan dolu bir film ortaya koymayı başarmış. Tabi burada oyuncu kadrosunun az ama çok kaliteli olduğunu da unutmamak gerek.
Filme felsefi bir yaklaşımda bulunacak olursak, “Acaba bu film felsefe yapmış mı?” evet bence yapmış. Yaralı olan arkadaşlarını hastaneye götürseler, muhbir olma ve kendilerini ele verme durumundan dolayı bir tehlike söz konusu, ancak götürmezlerse kan kaybından ölecek. Bu da insan hayatına verilen değer ile ilgili olduğundan bir paradoks(yani içsel bir çatışma) yarattığı için bizleri düşünceye zorlayarak filmi felsefi bir şekle sokuyor. Filmin tam bitimindeki silahların çekildiği an ise bambaşka ve düşünme mekanizmamızı daha da zorlayan bir sahne. Her ne kadar kanun kaçağı bir çete mensubu da olsa sağlam bir karaktere sahip olan ve yerde yaralı yatan arkadaşının masumiyetine inanan Bay Beyaz’ın, Turuncu’nun uğruna hem elini kana bulayıp hem de canından olması, öte yandan teşkilatı uğruna casusluk yaparak Bay Beyaz’a yalan söyleyen Bay Turuncu’nun kanun adamı olmasına rağmen, kendi haklarını savunan ve bu uğurda canından olan Bay Beyaz’a söylediği yalan ve görevi ile duyguları arasında kaldığı ikilem, “Acaba ben olsam ne yapardım?” paradoksunun içine bizleri sürüklüyor ve yaptığımız iş ne olursa olsun karakterin apayrı bir şey olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Tabi böylesi zekice bir senaryodan dolayı da senaristi kutlamak gerekiyor. Filmde en kârlı çıkan ise; herkes birbirini kırıp geçirirken ayakta kalmayı başaran ve ölülerin arasından bir çanta elması alarak sıvışan Bay Pembe’ydi. Bu olaya sinema diliyle bir yorum getirecek olursak; filmdeki karakterler bazen kadrajın içerisinde yer almazlar ama yine de filmde rol almaya devam ederler. Mesela buradaki Bay Pembe çantayı alıp kapıdan çıkıp gidiyor. Acaba burada gelen siren sesleri yakalandığına mı dalalet? Yoksa kirişi kırıp çok uzaklara gitmeyi başarıyor mu? Çalan siren seslerinden dolayı bana sanki yakalandı gibi geldi. Gerçi “Hey! Kımıldama! Olduğun yerde kal!” gibi sesler duymadık ama bendeki hissiyat bu şekilde. Tabi ‘kaçmayı başarıp çaldığı elmasların tadını çıkarıyor’ düşüncesine hakim izleyiciler de olabilir. Sonuç ne olursa olsun, kadrajı terk eden bir oyuncunun rolünün sürdüğünü görüyoruz.
Filmin son sahnesinin uzun süreceğini düşünmüştüm ancak birden patlayan silahların ardından, sahne tamamlandı ve beklediğimizden çok daha kısa sürdü. Buna rağmen bir kalite kaybı ya da basitlik duygusu hissettirmedi.
Şu konuya da değinmek istiyorum; film felsefesi, katı tez ve ılımlı tez olarak ikiye ayrılır. Katı tez; ‘bir film felsefe yapacaksa özgün olmalıdır ve kendinden önceki var olan felsefi önermeleri tekrar ediyorsa felsefi değildir’ şeklinde bir fikri savunur ve iki ölçüt sunar; 1. Epistemik ölçüt; filmin bize yeni bir bilgi sunması, 2. Sanatsal ölçüt; yeni bir şeyi yeni bir biçimde sunması. Ilımlı tez; ‘hiçbir şey hiçlikten ortaya çıkmaz, her şey kendinden önceki şeylerden kendisine kök alır’ diyerek, ‘bir filmin kendinden önceki filmlerden köken almasına rağmen yeni problemler ortaya koyabiliyorsa biz buna felsefe yapmakta olan film deriz’ tezini savunur. Tarantino’nun 1994’te Empire dergisine yaptığı açıklamalarda: “Daha önceki yapıtlardan alıntılar yapabilir ve onları kendi çalışmalarımla karıştırabilirim, bunu kabullenmeyen izlemesin.” şeklindeki açıklamalarından da ılımlı tezi savunan bir çalışma yapısı olduğunu anlıyoruz.
Filmin SİNEMATOGRAFİK (Renk, ışık, kamera çekim teknikleri vb.) özelliklerine baktığımız zaman, silah vb. gibi nesnelere yakın çekimler(extra one shot) uygulanmış, bol miktarda yüzlere portre boyutunda çekimler yapılmış, yüze hacim katan kısmi aydınlatma ve gölgelendirme(Rembrand Tekniği)ye rastlıyoruz. Kamera bazen genelden özele doğru zoom tekniği ile yakınlaşıyor, ayrıca POV shot diye adlandırdığımız bakış açısı ile aşağıdan bir açıdan(low angle) çekime de filmlerimizde rastlıyoruz. Üstelik bu çekim açısı genelde kahramanın yerine geçen bir açıyken, filmimizde kamera cansız bir bakış açısı olan bagajın bile yerine geçiyor. Ayrıca kadraja ritim katan unsurlar çok güzel kullanılmış. Mesela pisuarlardaki dizilim, kapının sıralı söveleri, arka plandaki sıralı lavabolar ve yine arka plandaki
özenle sıralanmış renkli deterjanlar ile ters çevrili sandalyelerin çizgisel ve dairesel duruşları dikkat çekiyor. Kullandığı renklere baktığımızda nadiren canlı renklere yer verse de, filmin büyük bir kısmının geçtiği kapalı alandaki hakim renkler soluk yeşil renklerdi. Karakterlerimizin de canlandırdıkları gangster karakterinden dolayı siyahtan başka renk tercih etme lüksleri pek yoktu ancak onlar da flashback sahnelerinde başka zamanlarda yapılan çekimlerde canlı renkler giymişlerdi ve oradaki kullanılan mekanların renkleri de canlı renklerdi.
Filmin çok düşük bir bütçe ile çekildiğini, oyunculuğun yanı sıra yapımcı olarak da görev yapan Harvey Keitel’ın maddi destek sağladığını, oyuncuların üzerlerine giydiği takım elbiselerinin kendilerine ait olduğunu ve yapım masrafları çoğalmasın diye filmin çekiminin kısa sürede yapıldığını da belirtelim.
Haftaya Tarantino’nun Pulp Fiction(Ucuz Roman) filminin çözümlemesini yapmak üzere, şimdilik siz değerli okurlarıma iyi günler diliyorum. Sağlıcakla kalın…
Uğur Bey çözümlemeniz yıllar önce izlediğim filmle ilgili farklı bakış açıları gelistirmemi sağladı tebrik eder başarılarınızın devamını dilerim.
Üzerinden yıllar geçmiş olsada, hâlâ büyük keyif alarak, izlenilen bir yapıt ve siz, izlerken farkına varamadığımız çok farklı konulara değinmişsiniz. Emeğinize sağlık.